Gölge Yaşamlar

Fotograf: The Centers for Disease Control and Prevention


Büyükçe fincandan bir yudum kavhe aldı ve “Ellerine sağlık, çok güzel olmuş!” dedi genç olan.

“Ellerime sağlık,” dedi alaycı bir gülümsemeyle dedesi.

“Gerçekte de kahve böyle güzel mi kokar?” dedi fincanın üzerinde tüten buhardan gözlerini alarak.

“Daha da güzel... İnan bana,” dedi iç çekerek. Bir süre uzaklara daldı. Sonra bir an toparlandı ve aklına epey uzunca bir süreden sonra heyecan verici bir şey gelmiş gibi “Netin dışında hayatta kalabilenlerle ilgili haberi gördün mü?” diye sordu.

“Hep böyle haberler çıkmaz mı her birkaç yılda bir. Bir türlü bitmediler!” Dedesiyle aynı heyecanı paylaşmadığı çok mu belli olmuştu?

“Bazı görüntüler var; bir grup insanın ormanda bir kampta yaşadığını gösteren.”

“Gerçek olmadığı aşikâr değil mi? Biliyorum, özlüyorsun dış dünyadaki yaşamı ama bunlar boş söylentiler.”

“Bir umut işte benim ki de!” dedi bir kaşını kaldırarak. “İşin bu noktaya geleceğini kim hayal edebilirdi ki?” Sorunun cevabı her ikisi için de netti; hiç kimse!

“O günü hatırlıyor musun? Ne yapıyordun haberi ilk duyduğunda?” Bu hikâyeyi defalarca dinlemişti ama dedesinin o günleri hatırlarkenki heyecanına tanıklık etmeyi hep sevmişti.

“Ofisten eve dönerken radyoda duymuştum ilk defa,” derken gözbebekleri büyüdü. Sinirağının bu denli detayları yansıtma gücüne hâlâ hayranlık duyuyordu. Torunun yanı başında olmaktan neredeyse hiçbir farkı yoktu bu sohbetin. Bir tek insan sıcaklığı teknolojinin iletmekte aciz kaldığı bir histi. Gülümsedi bu detaya ve devam etti: “Avustralya’ya büyük bir gök taşının düştüğünü anlatıyorlardı. Aslında bir süredir beklenen bir hadiseydi; nihayetinde Dünya’ya yöneldiği aylar öncesinden biliniyordu ama sonuçta sarsıcı büyüklükte olsa da yıkıcı, mahvedici bir şey değildi. Yine de hesaplanın dışında, ıssız çöl yerine Melbourne’un banliyölerine düşmüştü. Üzücü bir haberdi ama bir deprem veya bir sel de bu kadar kişinin ölmesine sebep olabilirdi.” Duraksadı ve çabukça düzeltti: “Yani, o an için.”

Genç başını hafifçe öne sallayarak dedesinin neden bahsettiğini çok iyi bildiğini belli etti. “Ne kadar sonra hastalık olayı ortaya çıktı?” diye sordu.

“Bir iki gün içinde ilk haberler gelmeye başlamıştı ama her şey o kadar belirsizdi ki tam olarak ne olduğunu hiçbirimiz anlamamıştık. Çok farklı haberler geliyordu: Travmadan intihar edenler, bir çeşit radyasyon hastalığı, şehrin su şebekesine radyoaktif materyal bulaşması... Bunlar korkutucuydu tabi ama ne bileyim, dünyanın öbür ucunda olduğu için sadece merakla takip ediyorduk.”

Onaylar bir bakış attı torunu ve “Peki salgın bir hastalık olduğunu ne zaman anladılar?” diye sordu.

“En az birkaç hafta sonra. O zaman bile emin değildiler. O güne kadar bilinen hiçbir şeye benzemediğini söylüyordu uzmanlar. Tahmin edersin ki toplum iyice huzursuzlaşmıştı.”

“Ya sen? Korkmaya başlamış mıydın?”

“Lanet hastalık başka ülkelerde baş gösterinceye kadar değil,” dedi öfkesi sesine yansıyarak. “Amcan daha küçüktü, baban ise bir yaşında bile değildi. En çok onlar için endişeleniyordum. Her geçen gün haberler daha da kötüye gidiyordu. Hastalık ülkeden ülkeye sıçrıyor, her yaştan insanı öldürüyordu. En korkutucu olansa hastalığa sebep olan mikrop dahi bilinmiyordu.”

“Kimyasal olduğunu düşünenler peki?” Hatırlatma alarmı konuşmayı böldü. Yaşlı adam “Hemen dönerim,” deyip konuşmadan kısa süreliğine ayrıldı.

Gözlerini, biyolojik gözlerini, açtı kaşıyarak. Loş karanlık odadaki duvarlar fotoğraflarla, yerler ise çeşit çeşit bitki dolu kaplarla doluydu. Yataktan doğrulurken ayaklarındaki uyuşmayı hissetti. Yaşlılıktan nefret ettiği halde bu yaşa kadar hayatta kalmayı başarabildiği için gururluydu. Büyük felaketten sonraki dönemde yeni hayata uyum sağlayamayan birçok kişi intihar etmişti. Kendisi de defalarca intiharın esiğine gelmişti ve depresyon en yakın arkadaşı olmuştu son yıllarda.

Masanın üstünde duran kutudan iki hap aldı, ağzına attı ve matarasından birkaç yudum su içti üstüne. Haplardan biri tüm günlük besiniydi, diğeri ise yüksek tansiyonu içindi. Besin hapları, ilaçlar ve bunlar gibi temel ihtiyaçlar robotlar ile üretiliyor ve dağıtılıyordu. Üretim ve dağıtım hatları tamamen sterildi. Az önce aldığı elindeki son haplardı ama endişe etmesine gerek yoktu çünkü yeni ihtiyaç paketi her hafta şaşmaz bir saat dakikliği ile evine ulaşıyordu.

Yavaşça yatağa uzandı ve kafatasının sağ yanındaki protezin üzerine baş parmağıyla dokundu. Parmak izi okuması ile anında sinirağına geri döndü.

Ziyaret izni uyarısını gördü ve kabul etti genç. Dedesinin görüntüsü odada zuhur buldu anında.

“Kusura bakma! Ağda gayet sağlıklı görünebilirim ama gerçek dünyada hâlâ ilaçlara muhtacım,” dedi hafif bir gülümsemeyle yaslı adam. Torununun kendisini beklerken kahvesini tüketmiş olduğunu gördü. Ani bir kararla “Biliyor musun, bu odadan sıkıldım. İster misin, sahilde devam edelim?”

“Olur, iyi fikir!”

Oda simülasyonu bir anda yerini sahil kenarına bıraktı. Öğleden sonra güneşinin sıcaklığı da hafif esmekte olan meltem de hissediliyordu ve dalgaların ve martıların sesi kadar da gerçekçiydiler. İkili yavaşça yürümeye başladı ayaklarının altında kayan sıcak kumların üzerinde.

“Nerede kalmıştık?” derken sakallarını karıştırıyordu.

“Hastalığın kaynağı hakkındaki tartışmalar...”

“Ah, evet!” Zihnini konuya yoğunlaştırdıktan sonra devam etti: “Bir süre sonra uzmanların çoğu salgın bir hastalık olduğunda hem fikirdi ama hastalığa sebep olan mikrobu izole etmeleri epey zaman almıştı. Bu arada yüz binlerce kişi hayatını kaybetmişti bile. Ölümlerin de vakaların da çoğu Avusturalya ve Uzak Doğu’daydı. Sonra aniden salgın durdu. Artık daha fazla yeni vaka çıkmıyordu.”

“Birdenbire?”

“Evet, bıçak gibi kesildi derler ya hani, işte öyle. Bir yandan sırtımızdan büyük bir yük kalkmışçasına rahatlamıştık ama öte yandan hastalığın tekrar başlaması ihtimalinden korkuyorduk.”

“Yersiz bir korku değilmiş,” derken açıklarda salınan bir yelkenliyi izliyordu.

“En azından ikinci dalgaya kadar ki bu durgun süreçte mikrobu tanımlamayı başarmışlardı. Kahrolası şey gök taşından Dünya’ya bulaşmış bizdeki hiçbir bakteri ya da viruse benzemeyen bir mikroptu.”

Dedesinin bahsettiği mikrobu iyi biliyordu. Resmi bir eğitim almamış olsa da internette okuduklarıyla ve izledikleriyle birçok şey öğrenmişti. Bu da onlardan biriydi. “Doğal olmayan...” diye mırıldandı. Doğal olmayan, yani yeryüzünde hiçbir canlıda bulunmayan, DNA nükleotidlerinden yine doğal olmayan amino asitler üreten uzaylı virüsü yerleştiği organizmada muazzam bir hızla yayılıyordu. Hücrenin enerji kaynaklarını hücrenin kendisinin kullanamayacağı yapı birimlerini üretmek için kullanıyor ve böylece konakladığı hücreyi ölene kadar sömürüyordu.

“Kimse böyle bir uzaylı istilası tahayyül etmemişti!” diye söze devam etti yaslı adam. “Elbette birileri bir çözüm, bir tedavi bulur diye düşünüyordum. Ne kadar naifmişim! İkinci dalga geldiğinde ortada tedaviye dair hiçbir somut umut yoktu. Hastalık daha büyük bir coğrafyayı etkilemişti. Milyonlar daha hayatını kaybetti birkaç kısa ay içinde.”

“Peki ya sen? Neler hissediyordun tüm bunlar olurken?” Hafifçe dedesinin omuzuna dokundu.

“Korku... Dehşet... Çaresizlik... Ailemi alıp kalabalıklardan uzak bir yerlere kaçmak geliyordu içimden ama zaten tüm ulaşım durmuştu. Kimse bulunduğu şehirden, köyden, kasabadan dışarı adım atamıyordu. Evlerimizde izole olduğumuz sürece güvende olacağımızı söylüyorlardı. Peki ne kadar? Birkaç ay sabredin diyorlardı.”

“Birkaç ay!” diye tekrarladı genç alaycı bir gülümsemeyle. Sakince kıyıya vuran dalgaları izleyen martıya gözü kaydı. “Sonra hayvanlar...” dedi dedesinin sözünü tamamlamasını umarak.

“Sokaklar kuş leşleriyle, deniz kenarları da balık ölüleriyle dolmuştu. Komşumun apartman bahçesinde beslediği kedilerin ölüsünü görmüştüm karantinadaki penceremden. Hâlâ merak ederim acaba bir yerlerde, belki bir çölde, belki bir ormanda hâlâ hayatta kalmayı başarmış hayvanlar olabilir mi diye.” Ne kadar istese de bu olasılığa kendisi de inanmıyordu.

“En azından bitkileri etkilemedi. Yoksa varlığımızı sürdüremezdik.”

“Ah evladım!” Derin bir nefes bıraktı ve devam etti: “Belki de öylesi daha iyi olurdu. Bu halimizle hayatta kalmış olabiliriz ama yasadığımız pek söylenemez! Tabi, sen bu dünyaya doğdun, bundan başkasını bilmiyorsun. Sana bu normal gelebilir.” Ellerini havaya kaldırdı ve etrafına işaret ederken ekledi: “Tüm bunlar muazzam ama gerçeğinin yerini tutamaz.”

“Öyle olsa gerek,” dedi torunu. Sesindeki hüzün çaresizliğin tanımı gibiydi.

Bir süre sessizce yürümeye devam ettiler. Yaslı adamın zihninde eski defterler açılmış, can sıkıcı anılar etrafa saçılmıştı. Salgının nasıl dalga dalga aniden kesilip tekrar döndüğünü hatırladı. Bazen birkaç hafta, bazense bir yıldan fazla sürdüğü olmuştu aralıkların. İsteyerek veya mecburiyetten normal hayatlarına, işlerine dönen nice insanlar aniden dönen hastalığa yakalanmış ve ölmüştü her defasında. İlk beş yıldan sonra umutlar iyice tükenmiş, on yıl sonra ise eski medeniyete ve hayat düzenine dair çok az şey kalmıştı. İlk on yılın sonunda iki milyar kadar insanın hayatta kalmayı başardığı tahmin ediliyordu. Muhtemelen yeryüzünde hâlâ dolanan başka hayvanlar da vardı. Sonraki yallarda insan nüfusu düşmeye devam etmişti. Alınan tedbirlerle ve yeni “yaşam” düzeniyle hastalıktan ölümler çoğunlukla önlenme noktasına gelmişti ama toplumsal depresyon intihar vakalarında patlamaya sebep olduğu gibi yeni doğum oranlarını da düşürmüştü. Kırk iki yıl sonra, artık yeryüzünde bir milyardan az insan vardi.

Derin sessizliği ilk bozan torundu: “İstersen biraz dinlen sen.” “Bu kadar sohbet yeterli” demenin en nazik şekliydi.

“Pekâlâ, şimdilik elveda!” dedi yaşlı olan hafifçe kafasını sallayıp. Kendisi biraz daha manzaranın tadını çıkarmak istediğinden sohbet ortamından ayrılmadı. Bir an sonra torunu artık orada değildi. O ise yavaş tempoyla yeniden kumsalda yürümeye başladı.

Genç olan sinirağından çıktı. Gözlerini tozlu ve dağınık bir otel odasında açtı. Biraz sonra odanın kapısı ardına kadar açıldı. İçeriye giren kendisiyle ayni yaşlarda olan, kadın partneriydi. İnce hatlı yüzüne vuran sabah güneşinde her zamankinden güzel görünüyordu. Ona karsı romantik duygular beslemeye başladığını artık kendinden gizlemiyordu ama kadının benzer duygular hissettiğinden emin değildi. Öte yandan, aynı misyona inandıklarından ve bunun için canlarını beraber riske attıklarından şüphesi yoktu.

“Günaydın! İyi dinlenebildin mi?” diye sordu kadın elindeki küçük çantayı masanın üzerine bırakırken.

“Karantinadaki yaşamıma göre kesinlikle daha iyi uyuyorum.” Yolda geçen son birkaç ayın dışında tüm hayatını karantinada geçirmişti.

“Benim için de öyle diyebilirim.” Çantadan çıkardığı şırınga benzeri aletlerden birini ona uzatti. Sonra diğerini ön koluna hafifçe soktu. Birkaç damla kan şırınga ucundaki sıvıda çözüldü ve aletin kapalı haznesine vakumlandı. Birkaç saniye sonra minik ekranda “negatif” yazıyordu. Aynı notu partnerinin test aletinde de görünce gülümseyerek: “Güne harika bir başlangıç!” dedi.

“Güzergâhımıza güncelleme geldi,” dedi şaşkınlıkla genç adam.

“Evet, ben de görüyorum. Bir açıklama yok ama.”

“İlginç. Daha önce böyle aniden güncelleme geldiğini hatırlamıyorum.”

“Ben de... Sence iletişime geçip sormalı mıyız?”

“Bilmemiz gereken bir sebebi olsa not düşerlerdi.” Kadının onaylamasını bekledi ama sessizlikle karşılandı.

Biraz sonra çantalarını yüklenip odadan çıktılar. Salgın sonrası ıssız kalan nice binadan biriydi bu otel de. Epey kirli ve dağınık bazı odalarından belli olduğu üzere zaman zaman evsizler mesken tutmuştu burayı. Uzun yıllardan beriyse tamamen boş ve yalnız, zamanın kudreti karşısında yıkılmayı bekliyordu.

Kendilerine bu görev için tahsis edilen elektrikli arabaya bindiler. Dış boyası güneş enerjisini emen nanoparçacıklar içerdiğinden elektrik şebekesinden şarj olması gerekmiyordu. Direksiyonu veya sürücü koltuğu yoktu. Sinirağı üzerinde koordinatları araçla paylaştılar. Araba az sonra sakince yola koyuldu.

“Bu sabah büyük babamla konuştum,” dedi adam.

“Nasıl, iyi mi?”

“Hâlâ eski günleri yâd ediyor. Ben de fırsat buldukça o günleri soruyorum ona. İyi mi yapıyorum kötü mü bilmiyorum ama sanki konuştukça rahatlıyor.”

“Benim babam da öyleydi. Her ne kadar annem artık geleceğe bakmamız gerektiğini telkin etse de kendisi salgın sonrası yaşama hiçbir zaman uyum sağlayamadı.” Sözünü tamamlarken babasını ne denli özlediğini derinden hissediyordu.

“Hâlâ karantinada evimde olduğumu sanıyor. Halbuki nihayet dışarıda olduğumu ve dış dünyanın yitip giden her şeye rağmen çocukluğumda bana anlattığı gibi büyülü olduğunu ona söylemeyi ne kadar isterdim.”

İkisi de görevin gizli olduğunu ve bu konuda en yakınlarına bile hiçbir şey söylememeleri gerektiğini iyi biliyordu. Bu göreve gönüllü olduklarında beraberinde gelen sorumluluğun da riskin de farkındaydılar.

“Eminim çok sevinirdi. Neyse, umalım da yakında bu durum daha fazla sır olarak kalmasın. O zaman ikinizin konuşacağı çok şey olacak.” Söylediklerine inanıyordu. Her zaman iyimser biriydi ve kendi yaşadığı dönemde salgının sona ereceğine inanmıştı hep.

“Umalım da öyle olsun!” dedi. Sesinde aynı pozitif enerjiyi hissetmek mümkün değildi. İyimser olmayı ne kadar çabalarsa çabalasın, bu doğasında yoktu. Bu göreve katılmasındaki esas sebep de küçük bir olasılık olan uzaylı mikrobun tamamen bitmiş olabileceği ihtimaline inanmasından ziyade tüm hayatını geçirdiği izole yaşamdan bu görev vasıtasıyla çıkabilmekti. Birkaç aydır şehir şehir, kasaba kasaba dolaşıyorlardı ve bugüne kadar güneş hassasiyeti dışında bir rahatsızlığı olmamıştı. Konakçısız kalan mikrop öyle görünüyordu ki büyük oranda ortadan kalkmıştı. Ya da yine mikrobun etkisiz olduğu bir dönemden geçiyorlardı. Ancak bu defa son bilinen vakadan bu yana dört yıldan fazla zaman geçmişti ve salgın daha önce hiç bu kadar uzun süreliğine durmamıştı. Hangi olasılığın doğru olduğunu test etmenin tek bir yolu vardı: Gönüllü insanları kontrollü olarak doğaya salmak ve izlemek.

Bir saat kadar sonra otobandan çıkıp bir ormanın içine doğru kıvrılan ara bir yola girdiler. Ekrandaki haritadan hedef noktaya yaklaştıklarını gördüler. Haritaya göre orada bir yerleşim yeri yoktu. Neden oraya gönderildiklerini bilmeyen ikilinin merakı hedefe yaklaştıkça artıyordu.

Gidebileceği son yerde araç durdu. Yolun geri kalanını sükûnetle yürüdüler. Hayvanların olmadığı bir dünyada orman çok sessizdi. Bir süre sonra çadırların tepesini gördüler. Yaklaştıkça buranın bir kamp olduğunu anladılar. Ortada kimseler yoktu ama sönmüş kamp ateşi nispeten yeni görünüyordu.

“Merhaba!” diye bağırarak seslendiler ama bir yanıt almadılar.

Kadın silahını tetikte tutarken adam çadırlardan birine yaklaştı ve kapısını araladı.

Üç ölü beden yan yana yatıyordu. Derilerindeki lekeler salgın mikrobunun iziydi.

Derin sessizliğin içinde çaresizce birbirlerine baktılar…

Yorumlar

Popüler Yayınlar